kuranı kerim göre göre insanın değeri ve başlıca özellikleri ​

Cevap :

Cevap:

MÜ’MİN, TOPYEKÜN HAYATA BİLGİ, SANAT, İNANÇ VE AH­LÂK SEVİYESİNDE ANLAM VEREBİLEN KİŞİDİR. ONUN HAYA­TINDA DİN İLE BİLİM, BİLİM İLE AHLÂK VE AHLÂK İLE SANAT ASLA BİRBİRİNDEN KOPMAZ VE KARŞI KARŞIYA GELMEZ. İŞTE ONUN HAYATININ CANLI BİR BÜTÜNLÜK OLUŞTURMASININ SE­BEBİ BUDUR...

BİLİM VE SANATLA BESLENMEYEN BİR İNANÇ DÜNYASI­NA SAHİP İNSANLAR, BAZEN HAYATI BİR TAKIM KURALLARIN LAFZINA SIKI SIKIYA BAĞLANMAKTAN İBARET SAYMAK GİBİ DAR VE KATI BİR TUTUM İÇİNE DÜŞEBİLİRLER...

Kur’an-ı Kerim, merkezinde in­san konusunun yer aldığı kutsal bir kitaptır, insanın yaratılışını, ifade ettiği anlam ve değeri, onun kendi imkân ve kabiliyetlerini anlayışını ve anlayamayışını, irade gücünü ve iradesizliğini, inançlılığını ve inanç­sızlığım, yüceliğini ve düşüşünü en veciz bir şekilde Kur’an’da okumak­tayız. Bu Yüce Kitap kendisini, bü­tün insanlığa, gönderilmiş olan bir "hidâyet kaynağı” (huden ilnnâs) o­larak takdim eder. Onun gayesi, İn­sana insanı tanıtmak, insanın inişli-çıkışlı tarihî macerasından yüzler­ce örnek vererek onu hilkat nizamı içinde lâyık olduğu yere çıkarmak ve orada tutmaktır. İnsan Kur’an’a göre, yaratılmışların en değerlisidir çün­kü o, Yaratıcısının kudret elinden, “ahsen-i takvim” yani madde ve mana yününden en güzel yapıya sa­hip olarak çıkmıştır. O, Yüce Allah’ın “gözde varlığı”dır. İsrâ Suresinin 70. âyetinde şöyle buyurulur:

“And olsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık; onların karada ve denizde gezmelerini sağladık; temiz, şeylerle rızıklandırdık; yarattıkları­mızın pek çoğundan üstün kıldık.”

İnsanın niçin değerli ve “nev-i şahsına münhasır” bir varlık olduğu hakikati ile ilgili sorunun cevabını en iyi Kur’an-ı Kerim’in Hz. Âdem’in yaratılışını konu edinen âyetlerinde bulmaktayız. Bu âyetlerin oluşturdu­ğu "Âdem kıssası”ndan öğreniyoruz ki, Yüce Allah “Âdem’e bütün isimleri öğretti” (Bakara, 30); meleklerin dahî bilmediklerini O’na bildirdi. Aynı konuya ilk nazil olan âyetlerde de temas buyurulmaktadır; "Oku, kalemle öğreten insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sa­hibidir.” (Alak, 3–5)

Demek oluyor ki, insanın “kendi­ne özgü” bir varlık olması, onun düşünen ve bilen bir varlık olmasından ileri gelmektedir. İnsan ancak bu ö­zelliği sayesinde kendi öz varlığını, kendisiyle tabiî ve sosyal çevresi ara­sında kurulmuş olan münasebetin mahiyetini ve nihayet kendisiyle Yaratı­cısı arasındaki kutsal bağı kavraya­bilmektedir. Böyle bir kavrayışın de­rinliği ölçüsünde de kıymet ve şere­fi artmaktadır.

İnsan, düşünme ve anlama gü­cüne sahip olmanın yanı sıra, irade hürriyetine, karar verme ve yapma hürriyetine sahip olduğu için de de­ğerlidir, “gözde varlık”tır, Yine “Âdem kıssası”ndan öğreniyoruz ki, bilgi ile donatılan Hz. Âdem ve eşine "şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz” şeklinde ilâhi bir buyruk verilmiştir. Hayatının ge­risinde büyük bir tecrübe birikimi olmayan ilk peygamber Hz. Âdem, söz konusu buyruğun gereğini yeri­ne getirmede başarılı olamaz ama daha sonra kendisine verilen düşün­me ve bilme gücü sayesinde, yaptı­ğını değerlendirir, pişman olur ve bağışlanma diler. En büyük kerem sahibi olan Yüce Allah da onun bu yakarmasına mukabelede bulunur ve bağışlar.

Burada üzerinde durulması gere­ken önemli noktalardan biri, Hz. Âdem’in böyle bir buyruğa muhatap olmasıdır. Bir buyruğu yerine getir­me veya getirmeme hürriyetine sahip olmayan bir varlık, herhangi bir yü­kümlülükle karşı karşıya bırakıla­maz. Yüce Allah emre uymamanın ahlâkî sorumluluğunu Hz. Âdem’e hatırlatmış ama onu buyruğa uyma konusunda zorlamamıştır. Eğer Al­lah, Hz. Âdem’i hür bir varlık olarak yaratmamış olsaydı, onu ne bir em­re muhatap kılar ne de sorumlu tu­tardı. Dikkat edilecek olursa, ilâhî emir, Hz, Âdem’e bilginin verilmesin, den sonra gelmektedir. Çünkü bir insanın sorumlu tutulabilmesi için onun bir şeyi bilerek ve isteyerek seç­mesi gerekir, Kur’an-ı Kerim, Hz. Âdem’in hatasını manevi ve ahlâkî bir hastalık olarak bir “aslî günah” olarak değil, irade hürriyetinin ve buna bağlı sorumluluk duygusunun bir işareti olarak zikreder.

Hepimiz biliyoruz ki, her değer­li şeyin bir bedeli vardır. Akla, bil­giye ve irade hürriyetine sahip ol­manın bedeli ise, insan hayatının bir varoluş gerilimi içinde geçmesidir. Hz. Âdem, yaptığı hata üzerinde düşünebilen, pişmanlık duyan, bir başka varlığa dayanma gereğini hisseden bir beşerî tecrübeden geçer­ken bu gerilimi de en şiddetli ya­şayan ilk varlık olmaktaydı. O gün­den bugüne su ve toprak karışımı bir varlık hâlinden “üflenen ilâhî ruh" istikametine uzanma süreci içinde geçen insan hayatında, benli­ği sarsan ve dağıtan güçlerle onu mükemmelliğe ve birliğe kavuşturan güçler mücadele edegelmiş sözünü ettiğimiz gerilim varlığını sürdür­müştür. Sevgili Peygamberimizin bu mücadeleyi “savaştan daha büyük bir cihâd” olarak vasıflandırması, son derece anlamlıdır. Yüce Kitabımızın “hayatı ve ölümü bir imtihan” ola­rak nitelendirmesinin (Mülk, 3) hik­meti de, hayatın bu çetin yanına işaret etmiş olması ile ilgili olsa ge­rektir.

Bilindiği gibi, insan hayatının başlangıç safhalarında bedenî arzu­ların belirlediği yönelişler ağır basar. Bazı insanlar, bu safhayı bir türlü geride bırakamaz ve kötülük işleme­ye son derece yatkın olurlar. Kur’an-ı Kerim, bu varlık mertebesini ‘‘kö­tülüğü emr eden nefis”, (nefs’ul-emmâre bi-s-sû’) (Yûsuf, 53) olarak vasıflandırır. İnsan, bu dereceden Allah’ın yardımı ve kendi iradesini kullanmak suretiyle kurtulur. Kendi­lerini böyle bir kurtuluşa ermekten mahrum bırakanlar, hayatın ve ölü­mün bir sınama olduğunu unutup ha­yatı biyolojik ihtiyaçların tatminin­den ibaret sayanlardır. Böyle insan­ların hayatlarında fazlaca bir varo­luş geriliminin olduğu söylenemez. Burada, hayat içgüdü seviyesine in­dirilmek, dolayısıyla bayağılaştırıl­mak suretiyle gerilim asgariye indi­rilmiştir. Biliyoruz ki, insani var­lığın altında yer alan varlık derece­lerinde, meselâ bitki ve hayvan haya­tında da, insanda olduğu manada bir varoluş gerilimi söz konusu değildir. Orada ne yükümlülük, ne sorumluluk, ne pişmanlık, ne de endişe vardır. Fakat varlık düzenindeki mevkii hiç de içgüdü seviyesinden ibaret olmayan insan, kendi eliyle kendisini böy­le bir seviyeye indirirse, sonuç kötü olur Kendileri için böyle bir sonu­cun hazırlanmasında ısrar üzerine ısrar edenleri Yüce Allah’ın, “Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da aşağıdırlar" şeklinde takdim etmesi­nin sebep ve hikmeti budur.

Allah’ın insandan beklediği, ken­disine verilmiş olan akıl ve irade güçlerini kullanarak duyguları, dü­şünceleri, yapıp ettikleri üzerinde dü­şünmek, nefis muhasebesi yapmak ve insana yaraşır bir hayat seviye­sine ulaşmaktır. Nefis muhasebesin­de, öz eleştiride bulunmaya koyul­mak, kötülüğe çağıran nefsin tuzak­larını görmek demektir. Bunu gö­ren insan, artık kötülüğü huzur içinde işleyemez, yaptıklarından dolayı kendi kendisini kınar, ayıplar. İşte Kur’an-ı Kerimin “nefs ul-levvâme" (Kiyame, 2), yani “pişmanlık duyan ve kınayan nefis” şeklinde vasıflan­dırdığı varlık derecesine ulaşmak böylece mümkün olur. Denebilir ki, endişe, huzursuzluk, gerilim vs. di­ye adlandırdığımız psikolojik hâlin en şiddetli derecesi, bu varlık mertebe­sinde yaşanır. Bu durumda bulunan insan, kötülüğü işlerken de ondan uzak dururken de belli bir huzursuz­luk hisseder. Fakat zamanla kötü­lükten uzaklaşma arzusu daha ağır basmaya ve huzursuzluktan kurtul­mak için iyilik istikametinde ilerleme gücünü kendisinde bulmaya başlar. İşte bu manevi ilerlemenin sonunda nefsin huzura ermesi mutmain ol­ması mümkün olıır ki, Kur’an bu dereceyi "nefs ul-mutmainne” (Fecr. 27) olarak adlandırır. Buraya eren insan, içindeki kötü itici güçlerin çokluğundan kurtulur ve birlik arz eden bir kişilik yapsına kavuşur. O­nun bizzat kendi hayatında, kendi­siyle öteki insanlar arasındaki mü­nasebetlerinde ve nihayet kendisiyle Yaratıcısı arasında bir uyum vardır Nitekim “nefs-i mutmainne” sözünün geçtiği Kur’an metninde şöyle buyurulur:

“Ey huzur içinde olan can! O, senden sen de Ondan hoşnut olarak Rabbine dön. Ey can, iyi kullarımın arasına gir. Cennetime gir.” (Fecr, 27–30)

Bu yüce hitaba mazhar olan in­san, varlık sırrının kapısını arala­mış ve tevhidin şuuruna ermiş sa­yılır. Artık onun hayatında ikilik yok birlik vardır, nefret yok sev­gi vardır, zulüm yok adâlet var­dır. Varoluş gerilimi tamamen kalk­mış ve tevhîdin şuuruna ermiş sadece mükemmelliğe doğru yürü­mez ki. Mükemmellik içinde de yü­rür. Hiç insan “ben artık manevî yü­celişin sonuna geldim, bu kadarı ba­na yeter.” diyebilir mi?

Fakat bu mertebeye ulaşan in­sanın hayatında nefs-i levvâme dere­cesinde olduğu anlamda bir endişe ve huzursuzluk bulunmaz. Varlık şe­ridinin aşağı noktasında da yani nefs-i emmare derecesinde de, mutmainne derecesinde de gerilim iyiden iyiye azalır. Bu azalma, ilkinde insa­nı insan yapsın sıfatların bir yana itilmesiyle, ikincisinde onların kâmil ölçüde gerçekleşmesiyle olur. Bunlardan ilki, insan hayatının karanlık tablosu, ikincisi ise aydınlık tablo­sudur. Kur’an-ı Kerim, zaman zaman bu her iki tabloyu birlikte sunar. Her ikisinin de aynı varlığa ait oldu­ğu unutulmasın diye. Meselâ Tîn Su­resinde şöyle buyurulur:

“Biz insanı on güzel biçimde ya­rattık.

Sonra onu aşağıların aşağısı kıldık.

Yalnız inanıp yararlı işle işle­nenler bunun dışındadır.

Onlar için kesintisiz ecir vardır.”

Meşhur “emânet” âyetinde de şöyle buyurulur: (Ahzab, 72)

“Biz emâneti göklere, yere ve dağlara sunduk. Ona yüklenmekten kaçındılar. On (un sorumluluğu)ndan korktular. Onu insan yüklendi, (Bununla beraber onun hakkını tam ola­rak veremedi), çünkü o, çok zâlim ve câhildir.”

Yine, insanın kendi kendini aldatma­sı, nankörlüğü, huysuzluğu şöyle dile getirilir:

“Biz insana katımızda bir rah­met tattırdığımız zaman ona sevinir. (Fakat) kendi elleriyle yaptıktan yüzünden başlarına bir şey gelince, gerçekten nankör olur.” (Şura, 48)

“Başına bir fenalık gelince feryat eder. Bir iyiliğe uğrayınca da herkesi ondan men eder.” (Maaric, 48)

“İnsan iyilik istemekten usanmaz da kendisine bir kötülük gelince me’yus olur. Başına gelen sıkıntıdan sonra kendisine tarafımızdan bir rah­met tattırsak, ‘bu benim hakkımdır: der.” (Fussilet. 49)

Görülüyor ki, bütün bu ilâhi sözlerde insanın hoşa giden ve gitmeyen yanları birlikte ele alınmakta, özellikle onun eksik ve zayıf husu­siyetleri gözler önüne serilmektedir. Yüce Allah, bunları insana açıklar­ken sadece tespit ve tayin işiyle ye­tinmez, onlardan kurtulmanın yollarını da gösterir. Söz gelişi bir yan­dan, “nefisler kıskançlığa, meyyâldir” (Nisa. 128) şeklinde buyururken, öte yandan “nefsini tamahkârlıktan koruyanların kurtuluşa ereceklerini” haber verir. (Haşr, 9)

Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’ın insana vermiş olduğu akıl ve irade gücünün insana yarar sağlayan her iyi alanda kullanılması ürerinde ısrar eder. Çünkü önemli olan bu güçlere sahip olmak değil, onları yerli yerinde kullanmaktır. Akıl ve iradenin kul­lanılacağı alanların başında inanç alanı gelir. Kur’an’ın insanı, her şey­den önce, mü’min olacaktır. O, kendi iç dünyasını dikkatlice yoklayacak, çevresinde olup bitenleri akıllıca de­ğerlendirecek, tarihten dersler alacak ve Mutlak yaratıcının varlığını ka­bul edecektir. Yüce Allah, zaten göz­de varlığını hiçbir zaman yalnız bı­rakmamış, onu vahiyle daima beslemiş, eğitmiştir.

Yüce Kitabımıza göre, insan inanma ihtiyacı, içinde olan bir var­lıktır. Böyle bir ihtiyacın tatmin edilmesi, insanın varlık şartlarının ba­şında gelir. Bu ihtiyaç, insanın kendi sonluluğunu, sınırlılığım, dolayısıyla bağımlılığına idrak etmesinden ve bu özelliklere sahip olmayan bir Varlık’a bağlanma arzu ve düşüncesinden doğ­maktadır. Fâtır Suresinin 15. âyetin­de şöyle buyrulur:

“Ey insanlar, siz Allah’a muhtaç­sınız; Allah ise: İşte O, hiçbir şeye muhtaç olmayan ve hem de lâyık olan­dır.”

İman, birbiriyle ilgili iki anlama gelir: Bir anlamda iman, Allah’ın varlığını ve birliğini tasdik etmektir, öteki anlamda ise, varlık ve birliği tasdik edilen bu Yüce Varlık’a güvenmek, dayanmaktır; O’na teslim ol­maktır. İşte böyle bir bağlanışın şuurunda olan kişiye Müslüman diyo­ruz. Kur’an-ı Kerim’in Hz. İbrahim’i “Müslüman” olarak vasıflandırması bu anlamda bir bağlanıştan dolayı­dır.

İnsanın tabiatı ve değeri konu­sunda yanlış fikir ve yoruma sahip olan bazı kimseler, zaman zaman bu bağlanma ve teslim olmayı yanlış an­lamaktadırlar hatta onu, insan onuruna yakıştıramayan bazı sözde “hü­manist” akımlara bile rastlamakta­yız. Oysa gerçek, hiç de onların inandıkları gibi değildir. Açlığımızı, susuzluğumuzu, bilgi eksikliğimizi gi­dermek nasıl tabiî ise, inanma ih­tiyacımızı karşılamamız da, bir başka açıdan, öylece tabiîdir. Kur’an’ın in­sanı, bir yanılma içine düştüğü, korktuğu veya dıştan zorlandığı için de­ğil, her bakımdan akla yatkın ciddî sebepler bulduğu ve irade gücünü kullandığı için mü’min olmaktadır. İnanmak, tam anlamıyla aklî ve ira­dî olan bir faaliyet içinde bulunmak demektir. "Dinde ikrah —yani iste­meye istemeye inanmak— yoktur", "dileyen inanır, dileyen inanmaz” mealindeki ilâhî sözler, bu gerçeği di­le getirir. İmanın insan hayatındaki mana ve değerini görmek için, baş­ta Hz. Muhammed (AS.) in olmak üzere yüzlerce sahabenin Mevlâna’nın veya Yûnus Emre’nin hayatlarım tetkik etmeyip de, birtakım ruhî buna­lımlar içinde bulunan inançsızları dik­kate almak, dürbünü tersinden kul­lanmaya benzer.

Kur’an’a göre imam değil, inançsızlık her türlü marazî davranışın kaynağı olmaktadır. Çünkü inançsız­lık, her şeyden önce, insanın topyekün varlıklar düzenindeki yerini kaybetmesinin en dikkat çekici başlan­gıç noktasını oluşturmaktadır. Haşr Suresi’nin 19. âyetinde şöyle buyuru­lur:

“Allah’ı unutup, Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çık­mış kimselerdir.”

Şimdi bu "kendini unutma" olayı, farklı insanlarda farklı şekillerde tezahür eder. Bazılarını sahte bir gü­venlik duygusuna kaptırır. Bunlar kendilerinin kendilerine yeterli olduğu vehmine düşer ve âlemin ken­dileri için yaratılmış olduğunu zan­nederler. Yine onlardan bir kısmı, Kur’an’ın deyimiyle, “kendi hevâ ve heveslerini ‘Rab’ yerine koyar” (Furkan, 43), yahut Firavun gibi, "ben sizlerin rabbiniz değil miyim? diye­cek hâle gelirler. İnanç ve ibadeti in­san onuruna yakıştıramayanları bu gruba sokmak mümkündür.

İnsanın Allah’ı (dolayısıyla ken­di kendini) unutması, bazı kimselerde biraz önce söylediklerimize zıt olan bir hayat anlayışına sebep olur. Al­lah’a inanmayı, O’na ibadet edip O’ndan yardım beklemeyi unutanlar, kendi yetersizliklerini anladıkları için inanma ihtiyacını karşılamanın tabiî olmayan yollarını arar, çok kere ya kendi elleriyle yonttuklarına ya bir fâniye veya bir ideolojiye taparca­sına bağlanırlar. Maddî yönden ge­lişmiş olan birçok ülkelerde gerçek hedefine yönelmemiş olan inanma ihtiyacının nasıl kötüye kullanıldığını duymakta ve görmekteyiz.

İnançsızlık, bazen, daha da şümullü ve tehlikeli, hayat anlayışlarına kapı açabilmektedir. Âlemde işgal ettiği önemli mevkii unutan birçok insan, kendi hayatlarını bir bitki ve­ya hayvanın hayatından farklı gör­memekte ve derin bir kötümserlik duygusuna kapılmaktadırlar. Kur’an, bu durumu o günün inançsız bazı Arapların ağzından şöylece dile ge­tirir:

“Hayat ancak bu dünyadaki ha­yalimizdir. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak zamanın geçişi yokluğa sürük­ler.” (Câsiye, 24)

Ne yazık ki, bu kötümser bakış tarzı, günümüzde bile oldukça yaygın görünmektedir. Hızla yayılan inanç eksikliği, başka bazı sebeplerle el ele verince, insanı evvelâ ken­disine, sonra aile ve yakın çevresi­ne, daha sonra da içinde yaşadığı ni­zamın tamamına yabancılaştırmıştır. İnancın ve ahlâkın oluşturduğu niren­gi noktasından uzak, hatta zaman zaman ona karşı olarak gelişme gös­teren hayatın maddî faktörleri, söz konusu yabancılaşmayı azaltmak şöyle dursun, tam tersine artırmış­tır. Kur’an’ın “kendini unutma” diye adlandırdığı beşeri hâdise, sayısı her gün artan birçok kişide evvelâ fer­diyet şuurunu sarsmış, “ben neyim, kimin, niçin varım?” gibi soruların cevapsız kalmasına yol açmıştır. Bu durum, bugün “gelişmiş” diye adlandırılan birçok ülkede “kimlik buna­lımı” denen marazî ruh hâline sebep olmuştur. Tanınmış bazı bilim adam­larının bu konuyla ilgili görüşleri­ne burada temas etmek istiyorum:

Psikoloji ve ruh hekimliği ile meşgul olanların yakından tanığı bilginlerden Rollo May’e göre, gü­nümüzde ruhî bunalıma düşmüş in­sanların en büyük problemi, ken­dilerini bir boşluk ve gâyesfoslik için­de hissetmeleridir. Leslie Faber, gü­nümüz insanının “irade dağınıklığından”, Wilhelm Reich “makina gibi yaşamak‘’tan, Eric Erikson "insan topluluklarının sürüleşmesi”nden ve "kalabalıklar içinde yalnız kalmak­tan” söz etmekte ve bilim adamlarını çare aramaya çağırmaktadırlar. (Bkz. Perez-Esclarin, Atheism and Liberation, 1974, s. 44 vd.)

Batı kültür ortamında bütün şiddetini gösteren bu bunalım hâlinin ül­kemizde aynı ölçüde hissedilmediği bir gerçektir. Fakat hemen ilâve ede­lim ki, özellikle büyük şehirlerimizde aynı yönde bir gidişin yer aldığına dair ciddi işaretler bulunmaktadır. Kendilerini bir boşluk ve gayesizlik içinde bulanlar arasında sarhoşluk verici ve uyuşturucu maddelerin kul­lanımındaki —resmî ağızlardan— du­yulan, hızlı artış haberlerini duymaz­lıktan gelemeyiz. Kaldı ki, bizim de kendimize göre başka problemlerimiz vardır ve bunlar da ferdî ve İçtimaî seviyede hissedilen "hüviyet bunalımı” ile çok yakından münasebet hâlindedir. İnanç, ahlâk ve kültür açı­sından düzenli bir eğitimden mah­rum kalmış birçok genç insanımız, sosyoekonomik bazı faktörlerin de araya girmesi neticesinde, önce ken­di öz varlıklarına, sonra aile ve ya­kın çevrelerine, daha sonra da topyekûn nizama yabancılaşmış, böylece başka gayelerin zerk edilmesine hazır hâle gelmiştir.

Kur’an-ı Kerim’e göre, ilim hik­met, irade, kudret, rahman ve râhim sıfatlarına sahip bir Yaratıcıya inan­mak, âlemi böyle bir Varlık’ın halk ettiğini kabullenmek, insanın kendisi, ne inanması ve güvenmesinin, hayata mana ve değer vermesinin tükenmek bilmez kaynağı olmaktadır. Mü’min olmak, ferdî ve kozmolojik seviyede yepyeni bir bakış tarzına sahip olmak demektir. “İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağım mı sanır?” (Kıyâme, 36) mealindeki âyet-i kerime üzerinde düşünmesini bilen bir mü’minin Kendi hayatına bir anlam verememesi gibi bir problemin asla doğmaması gerekir. "Sıradan” dedi­ğimiz insanlar, mü’minin gözünde, ilâhî hikmet ve kudretin en güzel eserleri mevkiine yükselirler. Çevremizde gördüğümüz ve yine çok kere "sıradan” dediğimiz tabiî ve beşerî olaylar, onun gözünde birer ilahî ‘’âyet” ve “işaret” statüsünü ka­zanırlar. Yüce Kitabımızda şöyle bu­yurulur:

“Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık. (Bu­nun boşuna yaratıldığı kanaati) inanmayanların zannıdır.” (Sad, 27)

Bu âyetten öğreniyoruz ki, inanç­sızın en belirgin özelliği, çevresinde gördüğü her şeyi boş ve manasız ad­detmesidir. Kur’an’ın bu bakış tar­zını "zan” adlandırması, onun her türlü ilmî ve metafizik bir temelden mahrum olmasından dolayıdır. Öte yandan, Kur’an, mü’minin bakış tar­zını da şöyle dile getirir:

“Onlar göklerin ve yerin yaratı­lışını düşünürler. ‘Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın’, derler.” (Âl-i imrân, 191)

Acaba mü’min, gök ve yerin ara­sında gördüklerine nasıl bir anlam vermekteki; “Rabbim, Sen bunları hoşuna yaratmadın.” demektedir. Kur’an-ı Kerim’i dikkatlice tetkik et­tiğimiz zaman bu sorunun cevabının pek zor olmadığını anlarız. Şöyle ki, Yüce Kitabımız, mü’minden, öncelik­le, âlemle kendisi arasında bilgi se­viyesinde sağlam bir münasebet kurmasını istemektedir. Kur’an’a göre âlemde olup biten her şey gerçektir ve bir düzen içinde akıp gitmektedir. Bunun için de insan, şeyler ve olay­lar üzerinde düşünmeli inceleme ve araştırmaya koyulmalıdır. Allah, Hz. Peygamber’den “Rabbim ilmimi ar­tır” şeklinde dua etmesini emreder. Yine, Yüce Rabbimiz, “Allah, sizden inananları ve kendilerine ilim verilen­leri derecelerle yükseltir.” (Mücadele, 11) buyurur. Başka bir âyette ise, “Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz, fakat onları, bilgi, sahibi olanlar­dan başkası düşünüp anlayamaz.” (Akebût, 43) diye buyurulur. Görülü­yor ki, Kur’an, şuurlu bir inanma ile ilim arasında kopmaz bir bağ kurmuştur. O halde, mü’minin bakış tarzının en bariz özelliklerinden biri ve belki de başta geleni, ilim zihniyetine her yönüyle yer vermesidir. Buna göre, mü’min olmakla âlemi anlamsız saymak fikri asla bir arada buluna­maz.

İkinci olarak; mü’min, çevresin­de gördükleri üzerinde düşünürken onlarda aynı zamanda bir güzellik bulmaktadır. Tasavvuf literatürü­müzde çok sık geçen bir deyimle, "âlem, sadece Yüce Yaratıcının Celal sıfatının değil, aynı zamanda Cemâl sıfatının eseridir. Mü’min, düzenin ve Ahengin bulunduğu her yerde bir de güzelliğin olduğunu fark eder. Kur’an-ı Kerim, yıldızlarla donatıl­mış semanın güzelliğinden tekrar tek­rar bahis buyurur ve dikkatlerimizin o güzelliğe çevrilmesini ister (Saf fat, 3«; Fussilet, 14; Hicr, 15; Kaf, 50 vs.). Mü’minin kalbinin imanla (Hucurat, 49), amelinin ise ibadetle süs­lendiğini hatırlatır (En’âm, 6.). Hay­vanlar ve bitkiler dünyasındaki gü­zelliklere dikkatimizi çeker. (Nahl, 16; Kehf, 18) Bu âyetler üzerinde dü­şünen bazı Müslüman bilgin ve sufiler, âlemde görülen nizam ve gaye kadar orada mevcut güzelliğin de insanı inanca götüren bir yol olduğunu ifa­de etmişlerdir. Bu, şu demektir: Mü’min, sadece bilgi yoluyla değil, estetik duygu yoluyla da, yani sanat aracılığı ile de kendisinin ve âlemin haya­tına bir anlam verebilmektedir.

Üçüncü olarak; mü’min, âlemin­de gördüğü nizam ve gayeden orada şahit olduğu İlâhî güzellikten hare­ket ederek inancım daha bir pekiştir­me imkânı bulur. Kur’ân-i Kerim, bu durumu “kalbin mutmain olması” şeklinde adlandırır. (Bakara, 260) Başka bir ifadeyle, bilgi ve sanat seviyesinde gerçekleşen bakış tarzı, inancı bir bakıma “doğrular”, taklit hâlindeki iman “tahkik" derecesi, ne yükselir; böylece mü’min olmak daha anlamlı bir derinlik kazanır.

Dördüncü olarak; mü’min, bilgi, sanat ve inanç sayesinde aldığı önemli mesafeye bağlı olarak Allah’ın vermiş olduğu nimetleri takdir et­mesini ve bütün bunlar için Yaratıcı’ya şükür etmesini bilir. Takdir ve şükür duygusu ise, ahlaki hayatın başta gelen özelliğidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Allah, şükredesiniz diye Ayetlerini böylece beyan etmektedir.” (Maide, 79) Şükür sayesinde nimeti veren ile nimete kavuşturan arasında mahiyeti itibariyle ahlâkî olan güçlü bir bağ kurulmakta ve mü’min, bu yolla, kendi hayatına ahlâkî bir mana vermektedir.

Bütün bu söylediklerimizi özetle­yecek olursak; mü’minin bakış tarzı­nı şu şekilde tarif edebiliriz:

Mü’min, topyekûn hayata bilgi, sanat, inanç ve ahlâk seviyesinde anlam verebilen kişidir. Onun haya­tında din ile bilim, bilim ile ahlâk ve ahlâk ile sanat asla birbirinden kop­maz ve karşı karşıya gelmez. İşte onun hayatının canlı bir bütünlük oluşturmasının sebebi budur.

Böyle bir bütünlükten mahrum olma, psikolojik ve sosyolojik alanda çeşitli aksaklıkların doğmasına yol açar. Meselâ, ortaya koyduğu başa­rılarının insanlığı hangi yönden ve nasıl etkileyeceği üzerinde düşünmeyi gerekli görmeyen bir bilim adamı, yarar yerine zarar getirebilir. Haya­tın inanç ve ahlâk boyutlarını hiçe saymayı marifet sayan bir sanatkâr, kendisini ve sanatıyla ilgilenen başka insanları duygu ve düşünce karışık­lığına sürükleyebilir.

Yine, bilim ve sanatla beslenme­yen bir inanç dünyasına sahip in­sanlar, bazen hayatı birtakım kural­ların lafzına sıkı sıkıya bağlanmak­tan ibaret saymak gibi dar ve katı bir tutum içine düşebilirler.

Eğer bir toplum, özelliklerini sa­yageldiğimiz bu tek boyutlu, insanlarla yönlendirilirse, çarpık bir kültür vasatı doğar ve toplum düzeni al­tüst olur. Bunun sonucu olarak da zihinlerde bulanıklık, gönüllerde sev­gisizlik, iradede zayıflık kaçınılmaz olur. Hakikat ile hayal, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin birbirine karışır. Kur’an, bu durumu “fesat” terimi ile adlandırır; ona geniş anlamıy­la "anarşi" demek de mümkündür. Konuya bu açıdan baktığımızda, fesat ile iman, dolayısıyla "müfsit" ile “mü’min” zıt kutuplarda yer alırlar. Kur’an’da mü’min, birliği beraberliği ve düzeni; müfsit ise, ayrılığı, dağı­nıklığı, düzensizliği temsil eder. Bi­rincisi maddî ve manevî sağlığa, ikin­cisi hastalığa işaret eder. Biri eğ­riyi düzeltmeğe, öteki eğriyi doğru göstermeye çalışır. Müfsit, Bakara Suresi’nin 11. âyetinde şöyle tasvir edilir:

“Onlara “yeryüzünde bozgunculuk yapmayın’ dendiği zaman, ‘biz sadece düzeltenleriz’ derler.” Oysa mü’minin değişmez tarifi Asr Sure­sinde şu şekilde yapılmaktadır:

“İnanır, iyi işler yapar, hakkı ve sabrı tavsiye eder.”

Açıklama:

en iyi seçip takip edersen sevinirim ☺️